SAİT
‘ ÖLMÜŞ DENİZ MAVİSİNDEN ERKEN ‘
Gülden Mahmud
‘’Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekalâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.’’
Böyle dile geliyordu taaa yıllar önce benim sevdalandığım güzel adam kapağı hafif kıvrılmış kitap sayfaları arasından… Sene 1954… Susuverdi radyomun kısık sesi, takvim yaprağı bir parçamızı daha koparıp aldı ruhumuzdan. 11’i günün. Aylardan Mayıs. Serilen pul pul geniş gümüş ağlardan, suya bırakılan ışık ışık, güneşli oltalardan bir suskunluk taştı. Hiçliğe dönüştüm o vakit. Deniz mavisinden erken… Göçüp gitti Sait. Bir kara düş müydü gördüğüm. Mevsimlerden ilkyaz. On biri‘i Mayıs’ın. Oysa sen bir sandalla açılacaktın yeniden. Şarkılarında Ermeni, Rum balıkçı dostların… Gözlerinde İstanbul… Yanı başında, yalnızlığın ve o yalnızlıkta ben… Dört bir yanımızda, canımın içi hürriyet… Karışacaktık boğazın, balıkların, bulutların, kuşların, çocukların şarkısına. Yeniden!… Yeniden bir vakit!… Yalnızlığın; ölüm ayinleri gibi, kiliselerde mumlara eşlik eden Requiemler şimdi… Yeryüzünde bir vakit… Kınalı Ada’yı selamlayacaktı suskunluğun… Burgaz’da çıkarıp çakını, bir kalem daha yontacaktın. Birlikte yontacaktık belki de. Yaşamı yontacaktın Eftalikus’un Kahvesi’nde. Çöpçü Ahmet’i de alıp yanımıza, birlikte sıkacaktık canımızı her şeye. Bir İstanbul sabahına birlikte uyanıp, birlikte bekleyecektik gelmesini kiraz yazının. Aşık olacaktık yeniden Melahat Heykeli’ne Sait. Susacaktık o vakit; bir daha, hep birlikte… Sonra bir ‘’hişt’’ sesi gelecekti koca bir boşluktan… Bir ‘’hişt’’ sesi bilinmezden… Poyraza kesecekti iyotlu canımın içi İstanbul. Sıcacık bir semaverin buharıyla dolacaktı tüm merhabalarımız, işçi kardeşlerle dost. Tüm sabahlarımız İstanbul mavisi. Şarkımızda tüm acemi, bilmez, saf, köhne, suçlu halleriyle insanlık. Yanında tüm Dolapdereliler ve onların keskin mahalle kokusu. Harap görünümlü, ama aynı zamanda neşesiyle tüm bir çingene mahallesi. Ardımızda, sağımızda solumuzda, yanı başımızda… Yanı başımızda canımın, küçük insanları İstanbul’un. Lüzumsuz adamları bir de… Her şeye üzülüp, her şeye birlikte kızdığımız.
Bir vakit kuvvetli bir lodos esecekti Kınalı’dan bu yana… Kış, Ada’nın her tarafında yerleşiverecekti o vakit. Poyraz, yıldız, karayel halinde seferber edilen erkenci güz. Öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenarda, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmaya devam ederken hala. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeye, birlikte vurulacaktık Sait. Ve kızacaktık bir daha; şu seven kızın yüreğini fark etmeyen şaire. Ve de; adada kuşların sonunu getiren Konstantin adlı herife… Kalın, tüylü bilekleri; geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın gülmesiyle şu görgüsüz zahire tüccarına hani… Şu elini yoksulluğa daldırmış işçi kardeşe, üzülecektik sonra, bir daha.
Denize demir putreller çakarken“şahmerdan”ın ağzından kan boşanarak ölen işçiye, yaşamı yeniden sevdirecektik sonra da. Başka renkte, başka kokuda, başka bir hürriyette memleket. Başka bir İstanbul sabahına uyanacaktık birlikte. Kimseler ölmeyecekti o vakit Sait. Kimseler kötü söz söylememiş, nefret etmemiş, hiç kimsecikler sevilmemiş olmayacaktı yeryüzünde. İstanbul’da çöpçülüğe dayanamayan Ahmet; bir elinde süpürgesiyle, senin öykülerini okuyacaktı, diğer elinden tutuğu hikayesiyle.
Karanfiller ve domates suyunu elinin tersiyle iten şu yapmacıklı kadına, kestaneci dostumuzun tezgahını bir tepikte yerle bir eden düzene, babasız gözünü açan çocuklara, bir hikaye daha okuyacaktık hep birlikte. Senin hikayelerin. İyileşiverecekti o vakit dünya; o zaman değişecekti dostların, o zaman işte. Öykülerini okuyunca Sait’in. Günün ortasında gökyüzünde, güz mevsiminde yine görecektik esmer lekeleri. Günün ortasında yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da elbet. Bizim için değil sade, hepimiz için iyi olacak hepimiz için güzel kılınacaktı tüm yeryüzü. Hürriyet ve gülümsemesi bulutların, neşelenmesi göğün, kuşların. Ceplerindeki taşlarla beraber Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ni batıran çocuklara, sevmeyi öğretecektik ilk kez. Bir kiraz zamanı cebimizde taşıdığımız yüzyıllık suskunluklarla, çıkaracaktık öfkemizi nakışlı kabzasından. Kalemi yontup, yonttuktan sonra tutup birlikte öpecek, yazmasak birlikte deli olacaktık Sait. Renkleri, yokluğu, yoksulluğu anlatacaktık insanlığa… Oysa gittin bir bahar sabahı… Boğazı gün ortasında inleten erguvanlar, döküverdiler rengini ilkin. Kervan büken bir rüzgar şimdi, akasyaların dalları arasında esen. Namuslu insanlar arasında sakin, ölümü birlikte bekleyecektik Sait. Unuttun mu sahi; ey avare çocuk?
Adapazarı’nda bir Kasım sabahı doğduğunda, takvim yaprakları 1906’u gösteriyordu. Harb çıkmamıştı henüz…Ayak basmamıştı daha İstanbul’a İngiliz askerleri çamurlu postalları,kirli şarkılarıyla.… Ramazan Bayramı’nın birinci günü doğduğun için mi verilmişti sahiden “kutlu” anlamına gelen “Sait” ismi sana? Büyük deden Mehmet Efendi’nin hayvan taşırken abasını sırtından düşürmesi suya, nasıl da güzel bir isim bırakacaktı dünyamıza… “Abasızzadeler” veya “Abasızoğulları”ndan Abasıyanık’a dönüşen bir öykünün en güzel, en dokunaklı yerinde sen. Söylenmemiş yahut yarım bırakılmış bir mısra gibiydin, soğuk, karlı bir Erzurum akşamında yüreğe düşen. Boğazında bir burukluk bırakır ya hani, hani bir düğüm kalakalırsın ya öylecene… Düşler içinde…. Öyle işte… Boğazın bir tarafında Sait, ülkenin bir başka uzak ikliminde ben… Öykülerinde ise bütün bir yeryüzü. Hikayecilerin çoğu insanı anlattılar evrene. Oysa; bir de çiçekleri, bir de renkleri, bir de maviyi, erkenci bir deniz mavisini, balıkları, kuşları, çocukları, Kınalı ada’da hiç gitmediğimiz o evi, Ermeni bir balıkçı’yı; zıpırlık yaparak onunla dostluk kurmayı başarmış Topal Martı’yı; vapurun en güzel kızını; en içli yenilgileri, Sinağrit babayı yine en güzel senden dinleyecektik. Sahi unuttun mu Sait? Şiir tadında, senden duyacaktık daha nicelerini bir vakit.
Bir edebiyat yarışmasında, hediye olarak verilen üstünde kederli bir şiir gibi çiziktirilmiş balığın resminde başladı bende hikayen. Önce resimdeki sadeliğe, sonra kimsesizliğe, sonra yalnızlığına vuruldum ben… Ve birden, o balığın gözlerindeki derinlikte takıldın kaldın oltama… Mevsim güz. En soğuk kışı Erzurum’un… Gözlerime kaçtın Sait… Tüm yaşamı anlayan, iyiliği ve kötülüğüyle kabule hazır varoluşun, sarıp sarmaladı ruhumu… Senle tanıştığım günü benden önce, senden sonra diye ikiye ayırmam sırf bu yüzden…
Kimisi öykü der, kimisi şiir yazdıklarına. Sen şaşkınsındır tüm bunlara… Ben hepsi derim oysa… Şiir, öykü, masal, resim, şarkı… Sanat adına ne varsa hepsi, her biri… Var olan ses, görüntü, sözcük; ayrı ayrı çarpar ruhuma ayrı bir tende… İzleriz, seyre dalarız insanlığın her türlü halini, senle dolu sayfalarda… Bir rüzgar vurur uzak kıyılarımıza öykülerinde… Daha bir insan, daha bir dost, daha bir mesut, duyumsarız dünyayı öylece… Biraz da kederli. Bir parça da sarhoş. Sözcüklerle başı döner mi insanın. Bu yüzden işte, o zamandan beri hep hafif bir çakırkeyif olmam. Biraz daha işçi, biraz daha yoksul, biraz daha kederli… Biraz daha omzu çökmüş, boynu hafif eğilmiş hikayelere takılıp kalmam. Sırf bu yüzden… Elleri kriko yağlarına bulanmış, derileri pekleşmiş, yüzlerinden yalnızlık ve keder taşmış insanlara sevdalanmam… Sırf bu yüzden…Bu yüzden Sait!…
Tuz, iyot ve hürriyete bulanmış balıkçı dostlarının tenin de bugün, bir daha mavileşiyor hikayen… Öyle bir resim bırakırsın ki gönlümüze. İçinde biraz da yarı Rumca yarı Türkçe ezgilerle dolmuş bir şarkıdır hepsi. Söylenir durur bir Ermeni Rum meyhanesinde… Balıkçı barınakları, kaldırım yosmalarının teninde… Eleni adında bir gül düşer masamıza. Kokusu sen. Eleni arka sokaklarında istanbulum’un biçare!…
Bir gün; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçekler açan bir akasya ağacının dalına asılmış gördüm resmini Sait. Bir Dülger balığının gözlerinde; kendi ölümünü görür mü insan? Hiçbir şey söylemeden çekip gitmen, nedir öyle? Her zamanki halinle dost sofralarda onca sohbetin, kahkahanın içinde, bir bakmışız ki yine yoksun. Yok olmuşsun en çocuk, en kederli, en yalnız halinle. Kayıpsın yine. Sait nerde? Ara dur… Bir hafta, bir ay, bilemedin bir yüz yıl… Çağlarca süren bir kayboluştan sonra; bir bakarsınız ki lüzümsuz bir adamın hikayesinde çıkıverir karşınıza. Yooo başkası değil. Ta kendisi; Sait!… Yaşamın boyunca lüzumsuz görülen tüm kahramanlarda sen… Bu lüzumsuzluk öyküsünün de aslı böyle… Ama hiç bir şey acıtmadı ruhumu, bir dülger balığının akasya ağacında salınan ölüsünde gördüğüm günden beri seni… Yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış dülger balığı Sait’in ta kendisi. ‘’İpekten bile yumuşak bu zarlar, zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı Sait. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına.’’ O, sendin değil mi? Hastalanıp Fransa’ya gittiğinde tesadüfen öğrenmenle öleceğini ; yazdığın bu hikaye, yıllardır masamda benimle.
Sondan başlanır mı hiç, bir öyküye. İlk kez senle başladım sondan başlamaya, tüm evreni yeniden tanımaya. Sondan nasıl yaşanır ki Sait? Baktığım İstanbul, baktığım insan yüzleri, duyumsadığım yaşam ve yeryüzünün tüm işçi çocuklarının kirli paslı ellerinde, hep senin hikayen… Sondan başa devam edip gitti böylece, karlı bir Erzurum akşamından bu güne. Bir akasya ağacında, ölüm anında durup kalmış bir adamın çaresizliği yankılandı göğümde. Öleceğini bile bile yaşama daha bir sıkı sarılıştı dülger balığıyla senin yaptığın. Pullarıyla son ölüm dansını yapıp dirilen balık; biraz daha hareket etse karışıp boğazın sularına, hiç ölmeyecekmişçesine çekip gidecekti başka diyarlara. 11 Mayısa bağlanan günlerde yaptığın da aynısı değil miydi sahi Sait. Yeniden aşık olmuş, yeniden sevmiş sevilmiş, arkadaşlarınla bir Rum meyhanesinde içip ölümsüzleşmiş halinle, çekip gitseydin dülger balığıyla, sinağrit babayla deniz ötesi yerlere daha iyi değil miydi ya sahi!…Söyle… Şiirlerini öykülerini serpiştirip, şarkıya dönüşseydin ya boğazın kıyısında tüm kederinle… Dehşet verici çirkin görünüşünle, yumuşaklığı ve zavallılığı arasında, kendi bedeninde ilk kez bir bütünleşme hissetmiş; sana göre ilk kez güzelleşmiştin bir mayıs sabahında öylece.
Dış görünüşüyle; çirkin, korku verici, fakat özünde iyi huylu mazlum insanlara benzettiğin bir dülger balığında; sendin ruhuma çarpan gri bir İstanbul sabahında. Çevresi tarafından anlaşılmayan, sevilmeyen, hakir görülen, dışlanan insanlara; tüm acıma, sevgi duygularıyla karışıvermiştin ruhumda o an sen… Birden… Biraz dülger balığı oluvermemiş miydin o an? Biraz çiçek bozuğu yüzün, hiçbir kadın tarafından hakkını vererek sevilemeyeceğin hissin, çipil çipil yeşil balık gözlerinle; gökyüzündeki siyah lekelere daha yakın oldun şimdi ruhumda Sait…
Erkenci bir ilkyazda kuş olur uçar Sait. Plajdaki bir kırık aynada kendini görür. Panço’nun rüyası olur bir vakit. Bir vakit Eftalikus’un Kahvesin’de selamlaşır dostlarıyla, hiç tanışmadan sıcacık bir İstanbul sabahıyla… Çöpçü Ahmet’te dünyayı, insanlığın kirliliğini bir kez daha gösterir bizlere. Biraz yatar bir denizin üstüne, kocaman mor dalgalar alır onu. Dünyalar kadar bol, ışıklı, mavi bir beldeye götürür sonra… İşte böyledir Sait’in yeryüzüne gelişi ve bıraktığı etki.
‘’Sis vardı denizde/Tepelerde, evimizin üstünde/Bahçede yapraklar buğulu,/Su akıyordu demir parmaklıktan/El değince’’ Ağaçlar puslu…Sıcaktı gözlerin…Ellerin yanıyordu…Ayakların buz gibi soğuktu…Kafamda ve denizde sis vardı…Bir mayıs sabahı, aklıma hiçbir şey gelmiyordu…Denizde sis vardı Sait…
Ölmüş diyorlar senin için!… Yo… Ölmedi… Bir balıkçı barınağına gidin, ağlarda Sait takılır gözlerinize… Bir mahalle kahvesine çekilin. Oturun bir köşeye; o an kahve ocağında çay dolduran; Sait’in ta kendisi. Masanın her köşesini mekan bellemiş insanlar yaşıyordur ve yaşayacaktır yüzyıllarca da hikayelerin bir köşesinde… Kimlikleri, suretleri, suskunlukları, kederli gülümsemeleriyle her biri birer Sait! Açılın bir denize; varın bir adaya; yine o karşılayacaktır sizi adanın en tenha köşelerinde ve fırtına eskisi limanlarda… Dahası mı? Alın elinize semaverden bir demli çay. Sait’i yudumlarsınız o an. Ve hiç ölmemiş gibi olur herkes. Kitaplarının arasında nefes alıp verişini duyarsınız hala Sait’in. Sıcacıktır soluğu; Karamürsel’deki deniz kıyısında bir evde hala hissedilir çocukluğu… Burgaz’da çalılıkların arasından sıyrılıp gelen gün; Sait’tir… Şu sokağın sonundaki sarmaşıklı ev Sait!… Gökyüzündeki esmer lekeler Sait… Bir de ağaçlarda görülen güneş parçaları, sonra uzak göğün, kendi renginden biraz daha koyu kıyılarına vuran hudutlu bir deniz… Hepsi Sait’ten bir parça. Bir bütünün ışığa, maviye, dostluğa, kardeşliğe, yenilgiye, yenilmişliğe, hürriyete kesmiş parçaları.
Stelyanos Hrisopulos gemisini batıran kötülüğe inat; soframda bugün Sait var. Kızgınım sana sevgilim, gidilir mi böyle? Deniz mavisinden erken. Aylak aylak dolaşacaktık daha sokaklarda. Galata ‘da, Balat’ta, bir eski handa, meyhane köşelerinde, eski bir kahve ocağında; güzel insanlarını keşfedecektik canımın içi İstanbulum’un hep birlikte. İnip sonra sokaklara, sevdalanacaktık işsiz güçsüzlere, çirkinlere, hiç sevilmemiş olan, beş parasız, avare dolaşan kimsesizlere. Avuçları sevdayla hiç tutulmamış olanların kederiyle. İstanbul’un kıyıda köşede kalmış küçük insanlarının günlük yaşamlarına, biz de karışacaktık deli eden bir maviyle; daha pılısını pırtısını toplayıp gitmemişken yaz… Yeryüzünü bambaşka bir boyutta işitecektik birlikte… Yok olunur mu böyle sevgilim, söyle!…
Gittin bir ben kalmadım yoksul. İstanbul’un balıkçıları, işçileri, Anadolum’un uzak köşelerinden göç edip gelmiş insan yüzleri, kimsesizler, çocuklar, düşkünler; senden sonra daha bir yoksullar şimdi. Bir daha gülümsemediler doyasıya gökyüzüne. Açıp kollarını şöyle geniş geniş, uzanmadılar püfür püfür yıldızlara. Ay ışığı tepede şahit. Yalnızlık dünyayı doldurmuş Sait. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey, diyordun ya hani; buralarda her şey bir insanı sevmekle biter oldu çoktan Sait… İstanbul’a, denize, hayvanlara, balıkçılara, yoksullara, aç insanlara, kimsesiz çocuklara kim bakacak bir daha, senin gibi. Haksızlıklar karşısında öfkelenmen, yalnızlıktan bunalman, yeni bir insan tanıman, yazmasam deli olacaktım noktasına getirdi her bir hücremi.
‘’Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler.’’
‘’ Şu ömrü isimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü, kışı, oluyor işte.’’… “Hiçbir şey seni sevmekten beni alıkoyamaz.” … Sait!… “Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden. Sonra kalbini gösterdi: Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.”
Yürüyordum Sait. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de süt kabına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak süt kabına sinirlenmiş olacağım. Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan: Hişt, dedi. Dönüp baktım… Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken: Hişt hişt, dedi biri. Sendin değil mi Sait?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!… Hişt hişt!… Hişt hişt! … SAİT!…
İşsiz,
güçsüz,
avare
beş parasız…
Tepeden tırnağa MAVİ,
Tepeden tırnağa İNSAN,
Tepeden tırnağa İSTANBUL ,
tepeden tırnağa SEVDA;
Abasız … Sevdasız… Yalnız…Yapayalnız…
Bir tek sen; layıkıyla sevebilirdin beni bu yeryüzünde;
işsiz, güçsüz, beş parasız…
SAİT!..
Gülden Mahmud kimdir :1977 Yılında Anamur ´da doğdu. İlk ve Ortaöğrenimini Anamur’da tamamladı. Atatürk Üniversitesi Kazımkarabekir Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölünden 2000 yılında mezun oldu .İlk olarak Anamur Güngören İlköğretim okulun da göreve başladı. Daha sonra Gaziantep, Edirne ve İstanbul’da farklı okullarda Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir çocuk annesi olan Gülden Mahmud 2017 Eylül ayından itibaren Valide Sultan Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde müdür yardımcısı olarak görevine devam etmektedir. Şairdir , birçok makale ve kitapları vardır.
Gülden MAHMUD/Anamur