Yazarlar-Konular

KARATEPE

ÇUKUROVA’DA DAĞLAR İÇİNDE SAKLI BİR KALE KENTİN

HÂLÂ ÇÖZÜM BEKEYEN GİZİNLERİ

Ahmet Ünal

Lustschloss= Sumer residence

Karatepe en az Adana Taşköprü, Anavarza, Yılankale, Dumlu, Kastabala, Hemite, Toprakkale, Tarsus kadar Çukurova’nın eşsiz tarihî ve arkeolojik değerlerinden biridir ve altmış yılı aşkın araştırmalara rağmen tüm sırlarını henüz ifşa etmiş değildir.

M. Ö. 1200’lerde Hitit imparatorluğu halâ bilinmeyen nedenlerden ötürü yıkılıp gidince, inanılmaz baskı altında tutulan nice Anadolu kavmi derin bir nefes almıştı, ama uygarlıkta da Avrupa Ortaçağına benzeyen bir gerileme devrinin içine sürüklendiklerinin hiç farkında değillerdi. Çukurova’da en azından 1500 yıldan beri önceleri bağımsız, sonraları da kısmen Hititlere tabi Kizzuwatna devleti de yok olup gitmişti. Arşivler, yani yazılı kaynaklar, genelde devlet yapılanmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Devletler yıkılınca tarihi aydınlatan bu belgeler de susardı. Yani bir bakıma yazı hanedanların, kralların, yüksek din görevlilerinin ve onların hizmetindeki kâtiplerin hizmetinde bir enstrumandan başka bir şey değildi. Çukurova’da da böyle oldu, ta ki Yeni Asur kralları tüm Güneydoğu Anadolu’yu olduğu gibi o zamanlar Que, Hilakku ve sonradan Babilce Hume denilen bu bereketli ovaları da işgal etmek niyetiyle buralara askerî seferler düzenleyinceye kadar. Que ovanın doğu kesimini oluştururken, Hilakku Taşlık veya Dağlık Kilikya olarak bilinen batı kısmında yer alıyordu ve ta İç Anadolu’ya kadar uzanıyordu. Dikkat edilirse Kilikya adı da zaten Hilakku’dan gelmektedir; Asurca’dır ve anlamı bilinmemektedir, Greklerin “cilex” taşı saçmalığıyla hiç bir ilişkisi yoktur. Que ve Hilakku’yu idare eden beyler kendi içlerinde güçlü bir birlik kuramamışlardı; yerel derebeyliği zihniyeti ortak tehlike ve tehditlere karşı bile birlikte davranmaya engel oluyordu. Bu ise yayılmacı, “parçala ve hükmet” ilkesinden hareket eden Yeni Asur krallarının ekmeğine yağ sürüyordu. Nitekim II. Assurnasirpal (884-859), III. Salmanassar’ın (M.Ö.859-824), II. Sargon (823-720) muntazaman askerî seferler düzenlemişler, ülkeye ulaşabilmek uğruna “sivri uçlu hançerler gibi göklere yükselen” sarp Amanos Dağlarında askerî yollar yaptırmışlardır. Amaçları topraklarda ve iç kesimlerdeki dağlık arazide bolca bulunan maden, kereste, tarım ürünleri, alabaster, hammadde, at ve diğer kaynaklara ulaşmak ve bunları ülkelerine taşımaktı. Ve nihayet ülke II. Sargon tarafından büyük Asur imparatorluğuna ilhak edildi (709). Her devirlerde ve bir çok ülkede kâh düzenbazlık, kâh hile, kâh ihanete ve işbirliğine dayanan yerli insanlar hep olagelmiştir. Çukurova’da şurada burada Asurlulara bağlı bazı yerel krallıklar, benzer şekilde izledikleri ikili politikalar ve envai çeşit dalaverlerle bağımsızlıklarını kısıtlı da olsa sürdürebilmişlerdir ve Karatepe’de safa süren derebeyi de, bunlardan birisidir.

Asur kralları Kilikya seferleri ve işgalleri ile ilgili olarak bir çok kent ve müstahkem mevkiden söz ederler, ancak tüm tahribatlara rağmen bugün bazıları devasa ve hormonlu mısır tarlalarının arasında yükselen höyüklerden hangilerine konacağı, araştırmacıların tüm çabalarına rağmen halâ bilinmemektedir. Araştırmacılar arasında Karatepe’yi de keşfeden ve o zamanlar İstanbul Üniversitesine profesör olarak atanan Theodor Helmut Bossert’in en başta saymak gerekir. Bıkmak bilmez Anadolu ve Kilikya gezileri sırasında kendisine öğretmen Ekrem Kuşçu tarafından ormanların içinde Aslantaş diye bir harabenin olduğundan söz edilince, Bossert buraya 1947 yılında üniversiden bir heyetle birlikte bir araştırma gezisi düzenlemiş ve ören yerini keşfetmiştir. Ama her nedense bu basit gezi ve keşif hikâyesi, büyük, denizaşırı ve tropikal bir macera gezisiymiş gibi onun maiyetindeki Türk ekip üyeleri tarafından oldukça abartılmıştır. Maalesef sadece bununla da kalınmamış, kendisine haksızlık edilerek Karatepe kazıları neredeyse elinden alınmıştır. Bir ara aşağıda anlatacağım Mopsus efsanesiyle ilgili olarak Mopsuhestia’da (Misis, Yakapınar) kaynak yetersizliğinden kısa süreli kazı yapma nedenlerinden birisi de budur.

Karatepe harabelerinde karşılaşılan manzara aşağı yukarı Kuzey Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da Zincirli, Sakçagözü, Maraş ve Malatya gibi bilinen merkezlerle aşağı yukarı aynıydı, tek farkla ki onun boyutları bir kent olamayacak kadar çok küçüktü, dağ ve ormanlar içinde saklanmış bir müstahkem saray kompleksinden başka bir şey değildi. Eğer sanat eseri sayılabilecek kabartma ve heykeller ve yazıtlar olmasa, buraya bir haydut yatağı, bir şoto bile denebilirdi! Surlarla çevrili küçük bir yerin içinde saray ve çok sayıda tahıl ve Asur krallarının yazdıkları gibi silâh depoları vardı ve en önemlisi kapılarında Fenikece ve Anadolu hiyeroglifleriyle Luvice yazılmış iki dilli yazıtlar bulunuyordu. Saray, yazları aşağıdaki engin ovalarda sıcaktan bunalan mahallî kralın yazlık ikâmetgâhı olmalıydı. İki adet giriş kapısı olan kent içinde Geç Hitit sanatının en belirgin ve basit bir sanat anlayışını yansıtan kabasaba kabartmaları yer alıyordu. Ortostat denilen ve kent kapısı girişlerini sağlı sollu süsleyen kabartmalar, yozlaşmış Arami ve Asur sanatının kötü taklitlerini vermeye çalışan Geç Hitit sanatının en tipik ve daha da ilkel örneklerini oluşturuyordu. Bu halleriyle resmi sanat eseri olmaktan çok, sade, safdil, espirili, karikatürist eğilimli basit halk sanat eserleri gibiydiler. Ya bunları yaptıran kralın zevk düzeyi bu kadardı, ya da daha becerekli taş ve yontu ustası bulamamıştı. İnsan anatomisinin bozukluğu veya proporsiyonlardaki beceriksizlik dikkati çeker. Çok abartılı iri bir burnun altında saklanmış gibi duran ağız ve dudaklar, sanki yok gibidir. Çene anatomisindeki bu bozukluk, sıtma gibi tropikal hastalıklardan da kaynaklanmış olabilir ve bu durumda gerçeği yansıttıkları söylenebilir. Kesin sonuç, çağdaş iskeletler üzerinde yapılacak antropolojik incelemelerden sonra ortaya çıkabilir. Evet Kilikya’yı gezip görmüş olan hemen hemen tüm gezginler, burada hem iklimin aşırı derecede sağlıksızlığında, hem de sıtmalı olduğunda hem fikirdirler. Eski ve Orta Çağlarda ekolojik denge son zamanlardaki gibi bozulmamıştı, sarı sıcaklar ve global tozlaşma “yörük kaçırtan sıcağı” dedirtecek kadar etkin değildi. 13. yüzyılda Kudüs’e hacı kafileleri götürme bahanesiyle bölgeyi gezmiş olan Willebrand’ın Kilikya’nın güzel havasını memleketi Almanya’nınkine benzetmiş olması, ya bir yanılgının sonucudur, ya da bölgeyi ilkbaharda gezmiş olmasında kaynaklanmaktadır. Dağlık kesimlerin iklimini de övüyor olabilir.

Ana sahnede kral Azatiwata’yı popüler yoruma göre güya köfte yerken görüyoruz; yemek masasının altında bir maymun ve bir tavşanı gagalayan yırtıcı kuşlar, danseden ayılar ve ayı güreşi, silah gösterisi yapan askerler ve omuzlarında maymun taşıyan akrobatlar, siması ve boyutları abartılmış çocuğunu emziren anne, tavşanı parçalayan akbabalar, ağ kepçeyle kuş yakalama, üzeri bir bırandayla kaplı kayıkla Ceyhan ırmağı üzerinde safa gezisi, boğa kurbanı, boks maçı, yelpazelerle sinek kovalayan ve kralı havalandıran uşaklar, bu naif sanatın tipik örnekleridir. Sol taraftaki sahnede ise aşçılar ve uşaklar yiyecek içecek ile öküz ve kuzu taşımaktadırlar. Evet Karatepe kralı yemek ve eğlence yanında müzikten de pek hoşlanmaktadır. Müzisyen ve çalgıcılar ziyafete her an eşlik ederler. Her nedense müzik bu bölge halkının iliklerine işlemiştir. Osmaniye, Ceyhan ve Kadirli’nin davul zurna havaları Béla Bartok’u bile büyüleyecek kadar güzeldi. İnsan merak ediyor, müziği “ayıp” ve “günah” sayan anlayış gelmeden önce durum nasıldı ve nağmeler kulaklara nasıl geliyordu acaba diye. Bunun dışında ok atan göstericiler ve diğer eğlence sahneleri, ziyafetin alabildiğine neşeli geçmesini sağlayan öğelerdir ve kralın ormanlar içinde saklı bu güzel şatoda savaş dışında nelerle uğraştığının açık kanıtlarıdır. Karatepe’de betimlenen sahnelerin pek çoğunda, Eski Anadolu’nun yitirilen değerlerinden sirk oyunlarının en belirgin örnekleri görülebilir. Yukarıda belirttiğim müzik konusundaki bağnazlık, o güzelim eğlence, sirk ve olimpiyat oyunları ve dansın da yok olup gitmesine neden olmuştur!

Kazılarda ortaya çıkarılan eserler tanzim edilmiş, yıkılanlar dikilmiş ve çevresiyle birlikte Millî Park ilân edilmiştir, ama Karatepe tüm çabalara rağmen ne yazık ki asla bir turistik yer haline gelememiştir. Köy halkının yaşantısında sandal ağacından yaptıkları kaşıklar ve kaplar dışında bir değişiklik olmamıştır. Eskiden olduğu gibi halâ kilim dokuyarak ve “Karatepe fıkraları” anlatarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. 1959 yılında kapı üstüne yapılan koruma amaçlı beton çatı, ören yerinin otantik görünümünü bozmaya devam etmektedir. Ceyhan nehri üzerine kurulan Arslantaş Barajı ise, çevrenin otantik yapısını değiştirmiştir. Görülüyor ki buraların turizme açılabilmesi sadece kazıp çıkarıp sergilemek, müze depolarını doldurmak, çevre düzenlemesi yapmakla olacak bir iş değildir, ülkenin kültür politikasını tamamen değiştirmesi yanında, insanların şimdiye dek sergileye geldikleri zihin, tutum ve tavırlarını da artık unutmaları, çağı yakalamaları gerekmektedir.

Bossert ve daha bir çok yabancı bilim adamının başını çektikleri iki dilli kitabelerin çözülmesi öyküsü çok sayıda kişi tarafından uzun uzun anlatılmış ve hatta Ceram’ın kitaplarında tarihi romanlara bile konu olmuştur. Fenikece paralel metinler sayesinde, o zamana dek okunması sorunlarla dolu Anadolu Hiyeroglif (Luvi/Hitit Hiyeroglifleri) yazısının çözülmesi hız kazanmıştır. Yazıtların okunmasından Azatiwata’nın Karatepe’ye kendi ismine izafeten Azatiwataya dediği anlaşılmıştır, ama bu müstahkem kalenin Yeni Asur kaynaklarında adı geçen çok sayıda kentten hangisi olduğu, bugün bile tesbit edilememektedir. Bu kentler şunlardır: Que (kent olarak!), Tarzi (Tarsus), Adana, Lusanda, Abarnani, Tunakun, Kisuatni, Lamena, Timur, Pate, Hanna, Usnanis, Illubru, Ingira, Kindu, Sissu ve Pahri/Pahar. Karatepe bunlardan birisi olacaktır, ama hangisi olabilieceği, sanki ancak yazı tura atarak tesbit edilebilecek kadar muallaktadır! Salmanassar’ın yıllıklarında ve Karatepe yazıtında adı geçen Pahri/Pahar kenti olduğu görüşü, bugün artık hiç destek bulamamakta, Misis Yakapınar’daki yerleşime Pahri deme eğilimleri ağırlık kazanmaktadır.

Azatiwata kimdi, yerli birisi miydi, yoksa bir çok hanedan üyesi gibi o da yabancı mıydı, bilinmemektedir. Ama yazıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Arami kökenlidir. Bölgenin Hurrilere geri giden yerli halkına yabancı birisi olmasına rağmen, politikası gereği hanedanını eski Adaniya-Danuna geleneğine bağlamakta ve kendisine Danunalar’ın (Dnnym = Danuniyim), yani Adanalalılar’ın kralı, ülkesine de Adana Ovası (Fenikece cmq cdn) demektedir.

Azatiwata’nın babası, akrabası veya daha büyük bir ihtimalle tabi olduğu beyi, Awarikus adında bir şahıstır. Bu şahsın kimliği konusunda ortalıkta bazı sorular dolaşmaktadır. Sırf isim benzerliğinden hareketle onun, Assur kralı III.Tiglatpileser’in M.Ö.738 ve 732 yıllarına ilişkin yıllıklarında kendisine sürekli haraç gönderdiğini belirttiği Que kralı Urikki (M.Ö.738-732) ile aynı şahıs olduğu kabul edilmektedir. Bu kral şimdi de Warikas şekliyle Adana Müzesinde sergilenen Çineköy yazıtında karşımıza çıkmaktadır. Aynı kralın Hasanbeyli, Taşlık Kilikya’nın en batısında eski adı Laertes olan ve Korakesion (Alanya) ile Syedra arasındaki Cebelireis Dağı (Cebel İrez Dağı) Aramice yazıtlarında da adının geçmesi, onun geçici bir süre için de olsa, ta Amanoslardan Alanya’ya kadar genişçe bir coğrafyada hüküm sürdüğünü göstermektedir. Urikki Tiglatpileser’in ölümünden sonra da saltanatına devam etmiş ve eğer bir hanedan ismi olarak birden fazla Urikki yoksa, II.Sargon devrinde de yaşamıştır. Urikki’nin ömrünün sonlarına doğru sürgüne gönderildiği ve sürgünde iken bile Assur karşıtı politikasını sürdürdüğü sanılmaktadır.

Urartu kralı Rusa, Anadolu beylerinin ortak düşmanı Assur’a karşı Frigya kralı Midas ile eşitlenen Muski kralı Mita, merkezi muhtemelen Kululu’da yer alan ve Kayseri ve Nevşehir çevresindeki Tabal kralı ve II.Sargon’un damadı Ambaris yanında Urikki ile de işbirliğine gitmişti. Ama haklı nedenler göstererek ve bu kadar erken dönemde çok sayıda büyük devletle koalisyon ilişkileri kuracak kadar gelişmiş bir Frig devletinin mevcut olamayacağını ileri sürerek, Muski= Frig, Mita= Midas eşitlemesine karşı çıkan araştırmacılar vardır ve bunlar pek haklıdırlar. ( devam edecek )

Prof. DrAhmet Ünal kimdir? 1943 yılında Uşak’ta doğdu. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. Münih Üniversitesi Eski Anadolu Dilleri, Kültürleri, Tarihi ve Hititoloji Bölümü eski Başkanıdır.  Hitit Uygarlığı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev yaptı.  Ahmet Ünal, uzun yıllar Ankara, Konya, Münih, Bern, Antalya ve Chicago Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır.

Türkiye’de çok sayıda kazılara katılmıştır. Çeşitli dillerde Eski Anadolu tarihi, kültürleri, arkeolojisi, dilleri ve Hititlerle ilgili çok sayıda kitap, makale ve sözlükleri vardır.

Hititlerden günümüze kadar Anadolunun nerdeyse tüm kültürel ve tarihi üzerine  en bilimsel  kitaplar yazmıştır. 

Özgün ve özgür bir bilim insanıdır. Söyleyeceğini doğrudan söyleyen bir bilimcidir. Anlattıklarını anlamak kolaydır.

Şu anda Osmaniyede kurulu Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi yönetim kurulu üyesidir. Yerelde n evrensele dergisinde yazılar yazmaktadır.

2 thoughts on “KARATEPE

  • Muzaffer Yüksel

    Hocam harika bir makale.
    zevkle okudum.

    Yanıtla
  • Ahmet Ünal hocamızın çalışması, en azından Çukurova yada Doğu Çukurova nın Karatepe özelinde bizi zaman tünelinde gezdiriyor. Tarihi bu kadar kısa bir yazıda bu kadar geniş anlatabilmek Ahmet Hocamızın yeteneğidir. Daha önce ki yazılarında olduğu gibi bu yazıda en yetkili bilim insanı tarafından önümüze seriliyor. Kendilerine teşekkür ederiz.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir